Ezgi Tek : Şehir İklimleri; Mardin

 

Şehir İklimleri

 

Mardin

 

Taşa soluk veren şehir;

 

Taşı özümseyen soluğu kesilmiş görüşler vardı ya, yine de taşı yarıp yeşillenenleri de az değildi.

 

Taşı özümseyen tarafa göz ucuyla bakmaya ne hacet! Fısır fısır fısıldayan uğultular, önünden geçip gidenin duyumlarında, kulağa çelme atan çığlıklara dönüşüyordu.

Öyle kirliydi ki dilleri; değil beyaz, saydam bir örtülenmeyle hiç değinmeden namlarına, geçip gidecek kenar aralarından, bulandım, karaya çalındım.

Halbuki, dışardan bakıldığında görkemli penceresi, nice iklimi içine alabilecek kadar heybetli duruyordu ki bu yanılgı.

Yanılgı, ihtişamlı kapıların ardı, duvarı kusan nem, rutubet sinmiş saklı kalan utanılacak sırlanmışlıklarıyla insanların, gerçekliklerini kendilerine bile unutturacak kadar döküldükleri sığ kalıplardan taşırdıkları, taşkınlıkları ya sabır!

Ki, taştan yapılmış evler, yaşanan çoğu hikâyenin gerçek yüzünün mezarıydı sanki. Ortalıkta dönüp dolaşan, ağdalaşıp, insanın üzerine kolayca yapışan söylentiler yaşıyordu.

İnsanlığım karalanıyordu, bu kaba gürültüler arasında; kim vurduya gidiyordu inançlarım, insana dair.

Düşüncelerini fısıltılara hapsedenlere maruz kalmıştım.

 

Çürük su kokuyordu söyledikleri, ancak öyle anlaşılabiliyordu yüreği kurtlanmışlardan oldukları.

 

Korktum, sakındım; çamur kırpan gözlerinden, kendime dair s’özümü. Muhafazakâr ihtiyarlığımın portresi; sırra kadem basıp, kendi içime çekildiğimdir.

 

Yine de şehrin çehresine bakanlardan olmadım, şehrin koyları vardır mutlaka; hangi şehre ait olursa olsun, ben koyların serinliğini hissetmeyi sevdim, yakan ateşin fenalığına rağmen. Taşı yarıp, yeşillenen hikayeler besledim.

 

Kuşların, uçurtmalara karışmadığı bir gökyüzünün altında:

 

Evler, sokağı damlarında soluyordu; damlar, gün ışığının durağıydı. Çocuklar henüz kirlenmemiş, çağlayan gülüşler ısmarlıyordu seyre. Çocuklar henüz sağırlaşmamıştı sevgiye, yontulmamıştı iyiliği. Onların saye’sinde, başkalaşıyordum kendi içimde.

 

Bir şiir mırıldanarak geçiştirebiliyordum insana dair serzenişlerimi:

 

Rüzgâra dayadım sırtımı

Taşlar mı insana benzermiş, insanlar mı bu taş duvarları çok içerlemiş;

Ne el değimine ılımlı, ne de uzu bilir dizgisi.

Ben varım ağırlığında

Ben varım hantallığında

Ben ben ben tabularından ötesi yokmuş

Kendisinden ötenin anlamını bilmez, bilmek de istemezmiş,

Görmezden gelir duymak işine gelmezmiş, anladım.

Körlerin sağırları ağırladığı bu eski şehirde,

Sırtımı dayadığım bu rüzgâra güvendim bir.

Bir o vaad etti,

Sağına da eserim, soluna da!

An’ ı anını tutmayan beni,

Baştan ayağı sardı bu tafra;

Sarmalıyordu ağrıyan düşlerimi,

Biliyordu körelen pencerelerimi,

Baharı fısıldatıyordu perdelerime.

Tül perde, güneşliğimi savurarak sana bıraktım kendimi,

Es rüzgarım.

Es, bildiğin güfteden ezgiyi ovaya doğru.

 

Ovalaya ovalaya matemi ufala.

 

Un ufak olana dek, savur tafranı.