Nergis Seli : “Geniş Geniş Bir Deniz” Bağlamında Ait Olamayan İnsanın Varlığını ‘yokluk’la Kanıtlama Çabası: İntihar

                                   

 

Geniş Geniş Bir Deniz” Bağlamında

Ait Olamayan İnsanın Varlığını ‘yokluk’la Kanıtlama Çabası: İntihar

 

                                              

 

 

“Yarının hiçlik olması tehdidiyle mutlu olamam ve olmayacağım. Derin bir hakaret bu... Bu yüzden, beni acı çekmem ve yok olmam için, fikrimi sormadan ve küstahça var eden bu doğayı; su götürmez davacı, savcı ve davalı rolümle, kendimle birlikte mahkum ediyorum... Doğayı yok edemediğim için de sadece kendimi yok ediyorum, hiçbir suçlunun bulunmadığı bir tiranlığa katlanmaktan bezmiş olarak...” (1)

 

Kişinin aidiyeti, eğer kişi kendi haritasını çizebilme şansına sahip olsaydı, şüphesiz ki içine doğduğu kültürle, ilişkin olduğu toplumla ve ilişki kurduğu bireylerle belirlenir ve gösterilirdi. Ait olmak, “birinin olmak” (2) olarak tanımlanıyorsa o zaman kişi içinde yaşadığı toplumun normlarına uymadığı ve bir öteki olarak nitelendiği an aidiyet yoksunluğu çekecektir ve sahipsiz kalacaktır. Sahipsizliğin ise beraberinde yalnızlığı, umutsuzluğu ve hatta yokluğu getirmesi ise kaçınılmazdır. Geniş Geniş Bir Deniz ile ait olamayanın sesini, Antoinette karakteriyle duyarken bir yandan da bu güne kadar yaşamını intiharla sonlandırmış gerçek kişilerin de seslerini duyuyoruz. Ve tüm sesler bize şöyle fısıldıyor: “Ait olamadığım yaşama dahil de olamam!” Sanki bu, ölmek arzusunun ötesinde bir kaçma arzusu, sanki bir Truman Show! Gidilebilecek başka bir yer olsa hangisi yine de ölümü tercih ederdi?

 

“Beyaz karafatma hakkında bir şarkıydı. Ben yani. Kendi Afrikalı ırkdaşları bunları köle tacirlerine satmaya başlamazdan önce adalara yerleşmiş olan bizlere, hepimize, öyle derler. Ayrıca İngiliz kadınlarının da bizlere beyaz zenci dediklerini çok işittim. Yani, kısacası, ikinizin arasında çoğu kez soruyorum kendime, kimim ben, vatanım neresi, nereye aitim, zaten neden doğmuşum diye.” (3) Soruları metnin içinden çıkarıp havaya savurursak bu sözcüklerin ne kadar çok kişinin diline ve yaşamına yakıştığını şaşkınlığa düşmeden seyredebiliriz ve kişiliği sömürülen, ötekileştirilen, kabul görmeyen insanın, tıpkı Antoinette’in kendine sorduğu gibi ilk önce ‘nereye aitim’, sonra da ‘neden doğmuşum’ sorularını ardarda kendine sorduğunu gözlemleyebiliriz; her zaman son, intihar olmasa bile. Burada çoğunluğun azınlığı nasıl ezdiğini ve silikleştirdiğini görürüz. Özellikle ataerkil toplum tarafından belirlenen kriterlerin dışında kalan bu “azınlık” daha da çemberi daraltırsak bu “kadınlık” hiçliğe ve bunalıma mahkum edilir.     

 

“Benim adım Bertha değil. Adımı başka türlü söylemekle beni olmadığım başka biri yapmaya çalışıyorsun, biliyorum.” (4) sözleriyle ise Antoinette’in hissettiği üzerinden genel kanıya ulaşabiliriz. Descartes’ın dualist yaklaşımında olduğu gibi biz de kişinin varlığını birbirinden ayrı iki töze bölersek, bu tözlerden biri kişinin olmak istediği, diğeri ise toplumun kişinin olmasını istediğidir. Descartes’ın ileri sürdüğü “ruh ve bedenin birbiriyle ilişkisi yoktur” savıyla hareket ettiğimizi düşünürsek ise tıpkı Descartes’ın kendi yöntemiyle çelişmesi gibi biz de insan doğasının yöntemiyle çelişiriz; çünkü insan bu ikiliğini birbirinden ayırıp kendi seçimi dahilinde, kendini kabullenerek hareket edemez ve bu ikiliğin çatışması insanda Erikson’un terimiyle bir “kimlik bocalaması”na dönüşür. “Her gecikme bir aldatmaca olarak görünür, her bekleyiş bir acizlik yaşantısıdır, her umut bir tehlikedir, her tasarı bir felakettir...” (5) Bu nedenle olamadığı ve olmak istemediği kişilikleri ortadan kaldırmak suretiyle kişi, varlığını değersizleştiren toplum karşısında yokluğuna bir değer katmaya çalışacaktır. Nilgün Marmara: “Belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu yaşama olasılığının aranışıdır.” der, (6) Sylvia Plath üzerine yazdığı tezinde. Peki tüm bu karakterleri; Nilgün Marmara’yı, Sylvia Plath’i, Virginia Woolf’u ve asıl kahramanımızı yani Antoinette’i intihara götüren bir yandan varlıklarının yükünden kurtulmak ve yokluklarının varlığını kanıtlamak mı yoksa sadece mutlu yaşama olasılığının aranışı mı ve bu mutlu yaşama olasılığı yoklukla mı mümkün?

 

Sartre’ın “intihar dünyada var olmanın bir başka yoludur,” (7) sözüne dayanarak, kişinin varlığını yokluğuyla taçlandırdığını, var ettiğini söylemek çok da zor olmayacak çünkü yine Sartre’ın deyişiyle, “nedensiz, zorunsuz, anlamsız bir varlık,” (8) haline gelen insan, tüm bunların itici gücüyle varlığının biçimini değiştirmek zorundadır. Toplumun kişiyi çocukluğundan itibaren korku, kabul görmüş ahlak, din ve etnik kültürle büyüttüğü bir düzende kişinin konusu ne olursa olsun bunlara karşı çıkmak gibi bir şansı yoktur. Çıktığı an toplum dışı kalacak, çemberin dışına atılacak ya da Tanpınar’ın dediği gibi hissedecek: “Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpare, geniş bir anın Parçalanmaz akışında.” (9) Akış parçalanamadığına, toplum azınlıklar tarafından yönetilemediğine ve tüm farklılıklar bir döngüsellikle değil de hiyerarşik bir düzenle biçimlendiğine göre; evet kişi varlığının biçimini değiştirmek zorundadır. Bunu ya çoğunluğa uyarak ve olmadığı biri haline gelerek yapacak ve kabul görecek ya da intiharı seçecek! 

 

Bir başka açıdan “ait olma” ve “intihar” arasındaki bağı sorgulayacak olursak Durkheim’ın sözlerine kulak verebiliriz: “intihar eğilimini sıfırlayacak ya da onun patlak vermesini engelleyecek güç aile olacaktır.” (10) Bu durumda Antoinette’in sözde evliliğinin yerine gerçek bir evlilik söz konusu olsaydı, belki de Antoinette, içinde bulunduğu kimlik karmaşasıyla baş edebilecek ve kurmuş olduğu kuvvetli aile bağı sayesinde yaşama da tutunabilecekti. Antoinette “Niye yaşamak isteği verdin bana? Neden yaptın bunu bana?” (11) diye kocasına sorduğunda aslında içinde bulunduğu bütün gerçekliğini de gözler önüne sermiş oluyor. Onun, yaşamak için bir sebebi yoktu çünkü o kendini sahipsiz ve kimliksiz duyumsuyordu. Eşine de ait olamayınca sonuç heyezan oldu. Bu durum beni Antoinette ve Sylvia Plath arasında bir bağ kurmaya itti. İkisinin de çocukluklarında  aile bireyleri tarafından ve kadınlıklarında kocaları tarafından terk edilmiş olmaları ve intiharla biten yaşamları bana haksız olmadığımı anlatmak ister gibidir.

 

“Kadınlara ikincil sınıflığı dayatan ve sarınmaları için, ıstırapla dokunmuş bir kumaştan başka bir şey sunmayan bir toplumun kurbanı olan Plath, uzlaşmayı reddeder ve uyumlu sosyal varlıkların çirkinliğine kaçınılmaz bir tepki olarak intiharı seçer.” (12) Tıpkı Antoinette gibi, tıpkı adını bildiğimiz ve bilmediğimiz pek çok kadın gibi.

 

İntihar bir cinayetse ve kişinin intiharı seçme nedeni kendine, yaşamında kendi ahlak ve adaletine uygun bir yer bulamayışıysa bu, cinayetlerin en erdemlisidir şüphesiz. “Milyonlarca insanın yüce idealler uğruna düpedüz cinayet işlediği bir dünyada kim adaletten söz edebilir?” (13) Adalet mümkün müdür bilinmez ancak açıkça görüyoruz ki seçim yapmak mümkündür:

 

Ait olamadığım yaşama dahil de olamam!

 

 

Kaynakça:

 

  1. F. Dostoyevski, Ecinniler, Sylvia Plath’in şairliğinin intiharı bağlamında analizi’nden alıntı. s.15 .
  2. Tdk, “ait olmak” .
  3. Geniş Geniş Bir Deniz, Jean Rhys, s.116 .
  4. Geniş Geniş Bir Deniz, Jean Rhys, s.166 .
  5. Erikson, Ferhan Dereboy, Kimlik Bocalaması’ndan alıntı. s. 82 .
  6. Sylvia Plath’in şairliğinin intiharı bağlamında analizi, Nilgün Marmara, s.19 .
  7. J. P. Sartre, Sylvia Plath’in şairliğinin intiharı bağlamında analizi’nden alıntı, s. 19 .
  8. J. P. Sartre, Varoluşçuluk, Önsöz .
  9. Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri, s. 23
  10. İntihar, Emile Durkheim, s. 169 .
  11. Geniş Geniş Bir Deniz, Jean Rhys, s.104 .
  12. Sylvia Plath’in şairliğinin intiharı bağlamında analizi, Nilgün Marmara, s. 66.
  13. Tolstoy, Savaş ve Barış, Nurdan Gürbilek’in Sessizin Payı kitabından alıntı. s. 24