YANIK HOCA
O zamanlar sınıfın en iri, en besili, en tosuncuk çocuğuyum. Benden uzunu, benden yapılısı yok herkesin hakkından geliyorum, kavgada dövüşte sırtımı yere getirecek adam yok zaten kavga dövüş diye de bir şey yok. Bu dediğimiz şeyler iki taraflı olan meseleler. Bana kafa tutacak karşıma çıkacak adam yok ki kavga edeyim. Gönlümün çektiğini alıp ovcalayıp ovcalayıp atıyorum kenara. Kimseden de korkum yok ama bir kız Allah’ıma… Gördükçe tüylerim diken diken oluyor hemen yanından topukluyorum. Taranmamış, kalın telli, asıl rengi siyah olsa da kirden küle dönmüş, nasıl bir hengâme varsa başında birbirine girmeyen tek kıl bulamazsın öyle karışmakta yarışmış, alnını örtecek kadar kesilmiş kısmı kalıp şeklinde gözlerine inmiş, yapağı desem yapağıya hakaret olacak saçlar. Gözlerine inmiş saç kalıbının aralıklarından zar zor seçilen her daim çatık kaşlar. Yanakları suya hasret toprak parçası gibi üst katman ince ince çatlamış ten renginden fersah fersah uzak kırmızılı kahverengili yer yer de siyah bir renk almış. Kocaman bir ağız, kalın çatlak dudaklarla çevrelenmiş, üst dudak hafif yukarı kalkmış oradan ayrık ön dişleri ister istemez dışarda kalmış, dudakların kalınlığı da ağırlığı da ağzının büyüklüğünü kapatamamış. Burnu yüzündeki yegâne güzel şey. O kurak topraklar arasından fındık kadar fırlamış. Etrafındaki elverişsiz yüzey şekillerinden azade pürüzsüz bir tepecik gibi yükselip açığa çıkmış. Yumuşaklığına dokunmadan da karar verebileceğiniz davetkar bir burun, diyor ki etraftaki zorlu koşullara bakma gel bana dokun! Ama genel manzaraya bakınca vazgeçiyorum. Boyu benden uzun değil ama bana yakın o da iri yapılı. Şöyle temizlenip paklansa kendine baksa aslında güzel kızdı. İşte bir tek bu kızdan korkuyorum. Yanından yöresinden geçecek olsam yolumu değiştiriyorum. Ona baktıkça elimi kafama atıp şöyle bir gezdiriyorum, üç numara kafama dokundukça derin bir oh çekiyorum. Ellerimle yüzümü yoklayıp yüzey şekillerime şükrediyorum. Elim yüzüm temiz, üstüm başım da öyle Allah’a şükür. Çantam da gıcır babam Almanya’dan getirmiş zamanında. Okul çantası değil ama ben hayranım çantaya. Siyah önlüğümün üstüne sapsarı takıp çıkıyorum rengine de bayılıyorum. Sınıf arkadaşlarım arasında parlıyorum. Kızınsa çantası eski püskü, siyah önlüğü güneşten ağarmış, kirden yağıra dönmüş kayış gibi kalmış ama bunlara aldırmıyorum. Nedenini çok da sorgulamıyorum bizim Beçi’nin önlüğü de öyle, hatta birçoğunun.
Okula gitmezden evvel arkadaşız Beçi’yle. Adı Bekir ama Beçi daha çok yakışıyor zatına. Ufak tefek keçilere beçi derler bizim buralarda. Ben anamın babamın üç kızdan sonra bir oğluyum, beslendikçe beslenen etrafında fır dönülen, her isteği eksiksiz görülen bir çocuğum. Soyumuz benden sürecek ya bir dediğim iki edilmeyecek ha bire yedirilip içirilecek. Hal böyle olunca tosuncuk gibi ortalarda dolanıyorum. Beçi de garibim yedi çocuklu fukara ailede bir iki kaşık çorba ya düşer ya düşmez önüne. Öyle ufak tefek öyle çelimsiz al eline döndür dur tepende. At, tut, yokmuş gibi havada unut öyle süzülsün gitsin. Üflesen uçacak çocuğa yer çekimi ne etsin? Yine bir gün okulun bahçesindeyiz. Ben bu Beçi’yi boynundan kolumu geçirip aldım omzuma. Kavga yok ortada dedim ya zaten olamaz da. Şakalaşıp duruyoruz. Daha doğrusu ben şakalaşıyorum o duruyor. Kollarımla evirip çeviriyorum, başımın üstünde döndürüyorum. Kuş kadar bir şey zaten. Bakıyorum iki koluma fazla tek kolumla boğazında tutup atıyorum omzuma. Okul bahçesinde bu pozisyonda oradan oraya gezdirip dururken Beçi de var gücüyle debelenirken birden debelenmesi kesildi kendini koyuverdi. Allah Allah diyecek oldum noldu bu çocuğa? Tam şöyle başımı omzuma çevirip ona bakacakken indiğim yokuşta ayağım kaydı Beçi de küt diye yere çakıldı. Yer de bildiğin çakıllı. Başı kanamaya başladı öylece baygın yatıyor gözü kapalı. Bizi gören öğretmenler koştu geldi hemen ilk yardım çantasını açıp kanayan yere bastırdılar tentürdiyotlu pamuğu. Pamuğu başındaki kanayan yere, yarığa bastıkları anda titremeye başladı Beçi’nin ayakları. Öğretmenlerden biri ötekine “Ölmüyor, ölmüyor!” dedi. Ben o an fark ettim işin ne kadar ciddi olduğunu. Lan n’oluyoruz, dedim kendi kendime. Her zamanki şakalaşmamız işte nasıl ölmüyor? Nasıl yani ölüyor muydu da ayakları titreyince mi ölmüyor ne oluyor? Ömrümce bu kadar korktuğum bir an daha yaşadım mı bilmiyorum. Ben bir daha o Beçi’yi boynunu sıkıp sırtıma alır mıyım? Tövbe billah o günden sonra dokunmadım. Aklımı başıma aldım o günden sonra başka türlü şakalaştım. Kaçtı kovaladım mesela, çoğu zaman bile bile yakalamadım. Yakaladığımda bile isteye elimden kaçırdım. O korku bana ders oldu usulünce oynadım. Okulda düzeni hiç bozmadım.
Okulun usulünden haberimin olmadığı zamanlarda beş altı yaşlarımda okulla hocayla ilk tanışıklığım bir hayal kırıklığıydı aslında. Evden çıkar köy meydanına doğru yürür orada bulduğum çocuklarla oynardım. Evden köy meydanına geçerken mecbur okulun yanından geçiyordum. Bir gün yine çıkmışım hevesle meydana yürüyorum. Beş altı yaşlarında bir çocuğum ama iri yarı kiloluyum. Köyün meşhur hocası Yanık Hoca’yı gördüm. Bir eli cebinde gözlerini kısmış, omzunu hafif kamburlaştırmış öteki eliyle gel gel yapıyor. Geldim önünde durdum. Bana toplama, çıkarma, çarpım tablosu falan soruyor. Ben öyle bakıyorum kafadan sallıyorum ne bileyim daha okula gitmiyorum ki. Ama hoca boyuma posuma baktı herhal beni okul kaçkını sandı. İşte o soruyor ben kem küm sallıyorum bana bir tokat aşk etti ama aman yarabbi neye uğradığımı şaşırdım. “Sen niye öğrenmedin bunları bakayım, kocaman oğlansın. Yürü git evine çalış dersine. Bunları öğrenmeden sokaklarda gezinme!” Ben gerisin geri yanağımı tuta tuta eve yürüdüm gittim. Ertesi gün yine çıktım evden meydana doğru yine oyun heyecanıyla yürürken baktım Yanık Hoca. Eli cebinde yine gel gel işareti yaptı bana. El mahkûm yanağımdaki dünden kalan sızlamayla vardım yanına. “Sübhanekeyi oku baken!” dedi bana. Ben yine kem küm yine bir iki şamar arkamı dönünce de bir tekme kıçıma. Hey Allah’ım ben daha küçücük çocuğum, okula bile gitmiyorum. Sen boyuma bakıp beni niye sorguya çekiyorsun be adam? Bilemem tabi nerden bileyim kerat cetvelini sübhanekeyi. Bilemedim diye beni neden dövüyorsun? Bir oldu iki oldu benim köy meydanı yolu tıkandı. Evden çıkıp oyun oynamaya gidemiyorum. Okulun yanına varınca sorgu sual tartaklanıp eve yollanıyorum. Bir gün ablam dedi ki “Gel seni okula götüreyim.” E gideyim mi gideyim. Yanık Hoca’dan yok yere dayak yiyip duruyoruz ama olsun. Ablamın öğretmeni nasıl olsa. Hem belki dayak atmıyordur sınıfta. Yolda sokakta haylazlık edenleredir garezi, sınıfına gider “Bak öğrenmeye geldim.” der gibi görünürsem tokatlamaz beni. Ablamla okul yolunu tuttum sınıfın kapısına vardık. Daha ders başlamamış ama hoca sınıfta. Öyle öğretmen masasında ya da kara tahta önünde falan değil iki erkek öğrencinin sırtında. Çocuklar yazık diz çökmüş, hoca da bir ayağını birinin bir ayağını da ötekinin sırtına koymuş yürütüyor. Çocuklar dizleri üstünde beton zeminde ilerliyor bir taraftan da hoca düşmesin diye elleriyle bacaklarından tutuyorlar. Baktım bu nasıl okul bu nasıl hoca bu nasıl bir manzara? “Ben okumuycan aba!” dedim sınıftan içeri girmeden arkama bile bakmadan “Bu okul dedikleri nasıl bir yer böyle bu hoca nasıl hoca?” kafamda deli sorularla eve koştum gittim.
Ertesi sene okul yaşım geldi mecbur gideceğim de iki hoca var birleri okutacak. Biri dayakçı Yanık Hoca, öteki daha az dayakçı Memduh Hoca. Babam beni Yanık Hoca’ya yazdırmış da ben girer miyim o sınıfa. Gittim oturdum Memduh Hoca’nın sınıfına. Beş dakika geçti geçmedi Yanık Hoca sınıfın kapısında belirdi. Bana dikti yine alaycı gözlerini. “Sen! Gel bakayım buraya.” dedi. Ben oturduğum yere çakılmışım masayı sırayı tüm hücrelerimle tutuyorum. Memduh Hoca “Kalsın len burada gelmiş oturmuş işte elleme!” Yanık Hoca ısrarla “Gelsin benim sınıfta o!” dedi. “Len otursun işte!” “Yok olmaz o bende.” sözleri aralarında üç beş kez gitti geldi. En sonunda nasıl oldu bilemedim Yanık Hoca pes etti çekti gitti. Ben ellerimi ayaklarımı sıraya çaktığım totomu gevşettim derin bir nefes aldım. İçimden bir çığlık attım. “Memduh Hoca beni vermedi!” Sonra sonra keşfettim nerde döküntü varsa Memduh Hoca’ya verdiklerini. Bir beni bulmuş akıllı zeki dediği hiç verir mi? Yanık Hoca dayakçı, deli falan amma eğitimi öğretimi on numara. Manyak herif tüm kitabı noktası noktasına yazdırıyor çocuklara. Ablamdan biliyorum gece gündüz yazardı defter kalem dayanmazdı. Beşi bitirdiğinde yazıp bitirdiği defterler boyunu aşmıştı. Ayına haftasına varmaz “Bana defter al.” derdi babama. Ders çalışmaktan benzi sararırdı, sırtı kambur kaldı. Yanık Hoca ne adamdı… komşu köye, Ördekçi’nin harman yerine bir çadır götürür kurardı yazları. Kafası çalışan erkek çocukları da ailelerinden ister yanına alırdı. Defteri kitabı yüklenen çocuklar hem dayaktan korkar hem yaz tatillerinin ellerinden alınmasından bıkar ayaklarını sürüye sürüye peşine takılırlardı. Haftalarca çadırda yat kalk ders çalış. Eğittiklerinden hiç boş çıkmadı. Hep bir amir memur, doktor mühendis adayıydı çadır çocukları. Hem kendi başlarının çaresine bakmayı öğreniyorlardı hem de disiplinli çalışmayı. Çalışırken ödleri kopardı ama bu adamın tatilini onlara ayırarak büyük fedakârlık yaptığını da anlarlardı. Kendi yemeklerini yapıp kendi çamaşırlarını yıkayıp durmaksızın ders çalışırlardı. Harman yerinin yakınına onlar gibi kurulan onlarca çadır olurdu. Doğudan gelen mevsimlik işçiler çoluk çombalak oraya doluşurlardı. Tarlada bağda bahçede çalıştıracak adam arayanlar her sabah ezanı bu harman yerine uğrar traktörün ya da kamyonetin kasasına ne kadar amele lazımsa doldurur giderlerdi. Çoluk çocuk görücüye çıkar gibi dizilirlerdi harman yerine, aradan seçilirlerdi, çalıştırılmak onlara hediye. Nasıl sevinirler nasıl koşa koşa araçlara binerlerdi. Hele meyve bahçesine falan götürülüyorlarsa sevinçten ağızlarını kulaklarına değerdi. Kiraz bahçesine gittikleri günler beterdi. Döndükleri akşam sabaha kadar kuytularda köşelerde bağırsak sesleri cırcır böceklerinin senfonisine eşlik ederdi. Etraf bir hafta pislikten geçilmezdi. Nerede bulacaksın medeniyeti. Harman yerinin çevresi artık köyün en gübreli en bereketli yeri. Ekilip dikileydi bire bin verirdi. Peki ben nereden biliyorum bu çadır kampının taa bağırsaklarına kadar nüfuz eden bilgileri? Çünkü Yanık Hoca “Bu benim sınıfın öğrencisi değil.” falan demedi. Beni de anamdan babamdan kendi emri kendi kavliyle istedi. Onlar da bir tanecik oğullarını verdiler gitti. Ben yalvar yakar ayaklarına kapan kâr etmedi. Bir tek çocuklar üzerinde değil ki Yanık Hoca’nın dehşeti. Ana babalar da dahil köylünün hepsi titrerdi. Adam deli. Yaşına başına bakmaz tepesini attıran kim olursa olsun içlerindeki çocuğu eli varmasa gözleriyle sözleriyle döverdi. Birinci sınıfta okulun ilk günü gidip başka sınıfa oturarak paçayı kurtardığımı sansam da yaz tatilinde yakalamıştı beni pençeleri. Ablamın yığın defterleri, sararan benzi, sırtının kamburu rüyalarıma girse de yoktu bir oluru. Yanık Hoca tatilin ilk günü tuttu kolumu, yüklendik azıkları kitapları. Beş altı çocuk daha aldık kapıdan yayan yapıldak Ördekçi’ye doğru… Halimiz mevsimlik işçilerden daha acıklı çünkü kimse döve döve çalıştırmıyor onları. Hem onlar para kazanıyor bizimkisi karın tokluğu bile değil kendin pişir kendin ye, üstüne kafa yorgunluğu. Ha dövdü ha dövecek korkudan ağız kuruluğu. Hadi, dedi. Koyduk geldik yeri yurdu. Allah’tan çadır hayatında okuldaki kadar gaddar değildi. Açık hava, doğa Yanık Hoca’nın ellerini hafifletti. Kurşun gibi inen şamarlar, bizi cırmıklayan parmaklar ara ara başımızı okşayıp yüzümüzde şiddetsiz gezindi. Severdi, diyeceğim geliyor. Okuldaki halini bilmesem Yanık Hoca bu harman yerinde adeta bir melekti. Yine bilemediğimiz sualler olursa çalışma tempomuz kafasındaki kalıba uymazsa dayağın hakkını verirdi ama çoğunlukla süt liman gezerdi. Geceleri bizimle birlikte sararan otların üzerine uzanıp yıldızları izlerdi. Yıldızlar hem insanlar gibiydi hem de değillerdi. Maviyken görünmeyen, gökyüzü ışığını yitirince beliriveren halleri bizim gibiydi. Yalnızlıkta ısrarları bizden değildi. Hepimizin ağzımıza bir saman çöpü alıp dişlerimizin, dilimizin yardımıyla dudaklarımızın arasında gezdirdiğimiz geceler karanlığın içindeki parlak noktalar bir girdap gibi bizi içine çekerdi. Dönen dünyayla birlikte döne döne göğe doğru yükseldiğimizi hayal ederdik. Döngüye kapılmaktan şikayetçi değildik. Yanık Hoca’nın döngüsünde olmak da fena değildi hani özel hissettirirdi. Yediğimiz dayaklara yaz tatilini de ekleyip rekor kırdığımız için yoktu bizden daha özeli. Seçilmeyenlere göre delilikti tabi de Yanık Hoca’nın insan yanını görmeye değerdi. Bize durmaksızın akan çoban çeşmelerinden avcuyla su içirirdi. İki avcunu pınarın oluğuna dayayıp koyun gibi dizilmiş bekleyen bizlere başıyla gel işareti yaptığında nasıl afallamıştık. Yaklaşınca suyu avuçlarından bırakıp da zincirli tası kafamıza geçiriverecek diye yanaşmadan önce birkaç saniye tereddüt yaşamıştık. Ama düşündüğümüz gibi olmadı avuçları olukta kaldı ve hepimizi teker teker suladı. Köyde başkalarının yapamadığını kolaylıkla yapıveren becerikli insanlar kastedilerek söylenen “Avcundan bi su iç!” lafı yerini bulmuştu. Avcundan su iç ki sen de ona benze, sen de onun gibi becerikli ol, o senden usta bu konuda git öğretsin sana avcuyla. Hepimiz ürkek ürkek içtik. Şimdi büyüyünce biz de mi çocukları dayağa çekecektik ya da çadırımızda misafir edip yıldızları seyredecektik. Biz de başka çocuklar için avuçlarımızı açıp parmaklarımızı uyuşturan soğuk suya direnecektik. Bu türlü avuç açmak da başka türlü bir dua şekliydi. O suyu bize içirirken kalbinde kavli bir dua var mıydı bilemiyorum ama fiili duasını suya değen dudaklarımızın kıpırtısında ediverdi. Kafamıza tas da yemedik, suyu içince başımızı buz gibi suya da sokmadı sadece suladı ve bizi çok şaşırttı. Bazen düşünürdüm bu hocanın adı niye Yanık’tı. Bilmezdik gerçek mi mecaz mı? Ona bu adı veren bir yangın mı, bi sevdiği ardı da el mi aldı? Yanık mı yanık işte kimse sorgulamazdı. İsimlerin, lakapların üstünden zaman geçince anlamlarına bakılmaz, kafa yorulmaz işte sadece Yanık Hoca’ydı adı.
O yaz benim için unutulmazdı lakin Yanık Hoca ile en unutulmaz anım bir kış günü yaşanmıştı. Her yer kar buz, okulun çatısından sarkan sivri buzlar nerdeyse yere değip girişi parmaklıklarla örecek. Çıkış zili çaldığında ipini koparmış danalar gibi dışarı fırlamamızı engelleyip bizi okula hapsedecek. O gün buzlar değil ama şu yapağı kafalı sınıf arkadaşım olacak kız beni okula hapsetti. Zil çaldı koşup çıkacağım ama okulun çıkış kapısının önünde duruyor yapağı kafasıyla. Öyle kocaman kocaman gözlerle bakınıyor etrafına. Son ders Beçi’yle atıştım o da görünmüyor ortalarda. Ne yapar eder intikamını alırdı ama hayret! Hazır görünmüyorken çıkmanın tam zamanı ama arkadaş tüm heybetiyle kapıda. Neyse dişimi sıktım, bekledim. Okulun içinden gözlerimi diktim ne yapacağını gözledim. Etrafına bakındı bakındı son çocuk da okul bahçesinden çıkana kadar yerinden kıpırdamadı. Ben de kıpırdayamadım kızdan çok tırsıyorum. Nihayet bahçe boşaldı. Boşalır boşalmaz da Bayan Yapağı okulun tam karşısındaki halk kütüphanesinin önüne doğru yollandı. Önünde kocaman bir kaya vardır, memuru güzel havalarda dışarı çıkıp o kayanın üstüne oturur güneşlenir. O kayanın yanına vardı çömeldi, sağ tarafındaki bir oyuktan elini soktu içeri. Sonra yavaş yavaş etrafına bakına bakına geri çekti. İkindi vaktinin bulutların arasından başını uzatan soluk kış güneşi elindeki bir şeyleri ışıldattı. Parlamasalar bu mesafeden ne olduğunu seçebilirdim ama bu sefer de ışıltı ikiye bölündü, biri sağ elinde kalırken öteki sol eline geçti. Sol elindekini yüzünün tam karşısına tutup sağ elindekini saçlarına götürdü, bir iki çekiştirdi. Öndeki kalıp kakülün içinden geçirmek istedi mümkün değildi. Yüzündeki hoşnutsuz ifadeyle başını sağa sola döndürdüğünde iyice sindim olduğum köşeye, elindeki ayna ile tarağı aldığı oyuğa geri koyarken ikindi güneşi çekildi ayna ile tarak gözümde netleşti şekilleri şemalleri zihnimde iyice oturdu. Kız da başı önünde elleri yıpranmış sırt çantasının askılarında çömeldiği yerden kalkıp evinin yolunu tuttu. Durdum düşündüm, babası gaddar bir adamdı üç kızı vardı en büyükleri Yapağı. Üçüne de göz açtırmazdı, yaşları küçük olsa da hepsi iri yarıydı. Bu erken gelişmişlikle erkenden kocaya kaçacaklar mı sanırdı neydi, saçlarını başlarını taramalarına giyinip süslenmelerine izin vermezdi. Bu kız da bu aynayla tarağı nereden bulduysa bulmuş bu oyuğa saklamıştı belli ki. Demek o da bu halini dert ediyor ama elinden bir şey gelmiyordu. Ondan korkum içimden çıkıp o koca taşın altındaki oyuğa girdi. Orada aynaya bakıp saçlarını taradı güzelleşti ve başka bir surette bana geri geldi, adı merhametti. Ağır ağır yürüyüşüne bakarken birden aklım da başıma geldi. Bu Beçi nerelerdeydi? Hâlâ ortalarda görünmüyorsa çoktan evine gitmişti belki. Sindiğim köşeden çıktım. Sırtımda babamın Almanya’dan getirdiği sapsarı deri yanlara doğru uzamış dikdörtgen kocaman babamın gurbetçilik günlerinden kalma çantayı içine taş doldurup yine götürüyorum okula. İhtiyacım var mı yok mu düşünmüyorum bir şekilde bu başka çantalara benzemeyen çantayı taşıyıp durmalıyım. Okul çantam taşımaya daha münasip ama umurumda değil bu çantayla ayrıcalıklıyım. Okul bahçesindeki yokuşu çıktım meydanın önündeki yoldan aşağı doğru inişe geçtim. Kar buz olduğunda altı dümdüz olan en kaygan ayakkabımı giyerdim. Etrafıma bakına bakına bu Beçi buralarda pusuya yattı mı acaba diye ağzımı ayıra ayıra yürürken bir kaydım… yokuş aşağı kendimi durduramıyorum sarı Alman çantamın üstünde ters dönmüş kaplumbağa gibi son sürat döne döne gidiyorum. Bir ara kendimi düzleyip önüme baktım ama bakmaz olaydım keşke bakmadan çarpaydım da o korkuyu yaşamasaydım. Yanık Hoca usul usul yürüyor sırtı bana dönük. Ben kendimi durdurmaya çalışıyorum ama ne mümkün o jilet gibi ayakkabılarla? O soğukta alnımdan ecel terleri akıttım ama kaderin kaza kısmına engel olamadım küt diye arkadan hocanın bacaklarına çarptım. Koca adam üstüme devrildi, neye uğradığını şaşırdı debelenmeye başladı o da epey çabaladı ama bizi durduramadı. Sarı çantamın kızak moduyla bir süre de Yanık Hoca’yla kayarken bir evin köşesinde pusuya yatmış Beçi’nin iki elini yumruk yapıp üst üste vurup sonra da bir elini açıp göğsüne sürterek “Oooh canıma da değsin!” diye ağzı kulaklarında sırıttığını keyiften yerinde zıpladığını gördüm. Yokuştan düzlüğe inip yavaşladığımızda hâlâ neye uğradığına şaşıran Yanık Hoca üstümden kalktı, bir eliyle elimden tutup beni de kaldırırken bir eliyle de sağ yanağıma tokadı çaktı. Tokat terlemiş soğumuş buz gibi yanağımı kızarttı alev saçtı. Ben bu kadarla kalmaz burnumu buza sürter derimi yüzer falan diye beklerken baktım kahvehanenin önündeyiz, beni istemeye istemeye bıraktı. Tabanları dümdüz ayakkabılarımla sırtımdaki koca çantayla koşmaya başladım. İki adımda bir kayıp çantanın ağırlığından kıçımın üstüne düşüyor ama yine çantanın varlığından başımı çarpmadan kalkıp devam ediyordum. Arkama dönüp bakmadan düşe kalka soluk soluğa koşuyorum bir taraftan da şöyle düşünüyorum:
“Allah’tan sırtımda çanta vardı yoksa Yanık Hoca’yı biçip üstüme yıktığımda adam kafası buza çarpardı, sarı çantam hayatımızı kurtardı. E ben baya baya seviyormuşum Yanık Hoca’yı. Galiba attığı dayaklar bağımlılık yaptı. Hem yanık Hoca kızlara da vurmazdı. Yanık Hoca, kız, Yapağı…” derken kafamda bir şimşek çaktı.
Ben yazın çadırdayken Yanık Hoca’nın çantasında görmüştüm o ayna ile tarağı…