Ayşe Gülce : İnsanıkâmil

“Yürüdüm ölümsüz büyük bir sabaha

O çocuk düşü bir kez daha

Başlasın diye yeniden.”

 

 

 

İNSANIKÂMİL

 

 

 

            “Yollar umuma ait yerlerdir.” cümlesini “Yollar umuda ait yerlerdir.” diye okumuşum. Yola ihtiyacım vardır belki ya da yolculuğa. Umuda demiyorum, o zaten yolda. Ben yürürsem karşılaşacağız. Pencere gözüme patlayan bir ışık, bakamıyorum. Sabahın en güzel saatleri, huzurun gökten yere indiği… Elimdeki kitabı bırakıp balkona çıkmazsam kaçıracağım. Güneşin doğuşuna değiştiğim kırgın kitabımı koltuğun kenarına koyup bi gayret kendimi itekleyip kalkıyorum. Huzurdan kaçmak isteyen tarafımın elinden tutup çekiştiriyorum. “Gel bak kısa bir süreliğine yeryüzünde huzur. Birazdan uyanan şehrin gürültüsüne dayanamayıp göğe kaçmadan çıkıp soluyalım.” diyorum. İkna olmuşa benziyor. Benimle birlikte balkona yürüyor. Serin havayla birlikte içime dolanlara “Hoş geldiniz!” deyip beni kucakladığını hissedebiliyorum.

 

            Parçalı insan olmaktan kurtulabilen var mıdır? Bir parçası gitmek isterken bir parçası eteğinden çekiştiren, dur tabelasını yoluna diken, öteki parçası yoluna dikilen, daha öteki kaşlarını çatıp küsen, kollarını göğsünde kavuşturan, başka bir parçası elinden tutup koşan, gideceği yere ondan önce ulaşan… Bir parçamız yapmak ister, biri vazgeçer, diğeri tereddüt eder, öteki beyninin etini yer. Yekpare büsbütün insan mı var? Hepimiz bin parçayız. Parçalarımızı masanın üzerine koyup; günler, aylar, yıllarca uğraşıp bir araya getirsek de onları birbirine yapıştırmıyoruz. Tekrar bozup tekrar yapmak hoşumuza gidiyor. Yapıştırıp bir çerçevenin içine hapsedip duvara asmak içimizden gelmiyor. Ortaya çıkan resme hem biz bakacağız hem misafir ettiklerimiz. Bu seyri göze alamıyoruz. Her şeyimizle göz önünde olmak mahremiyetimizi bakışlarla kemirip yok edebilir; korkuyoruz, utanıyoruz. Üstelik kayıp parçalarımızı da bulamadık henüz. Tamam da olamıyoruz.

 

            Benim eksik parçam nerede, ben kimin eksik parçasıyım? Bunlar deli sorular. Onları kafamdan uzaklaştırırken tek parça olmaya en yakın olduğum anın tadını çıkarıyorum. Sonra üst balkondan gelen ses beni yine bin parçaya bölüyor, dağılıyorum. Karım uyanmış ben ona serenat için diz çökmeden o var gücüyle ilanıserzenişte. Hayalini kurduğum ilanıaşk nerede bilmiyorum. Elimdeki gitarın tellerini bir bir koparıyorum. Hem serenat dediğin “sakin gece”den geliyor. Ne gece var ortada ne de sakinlik hayatımda. Var olan sükûn kırıntılarını da şuraya balkon kenarına dökeyim de kuşlar yesin. Sevaptır. Ben karımın dudaklarından dökülen günlük nasibimle yetineyim.

 

            -Şu bahçenin haline bak, gerçi her sabah balkona çıkıp bakıyorsun da göremiyorsun zahir. Çimler biçilecek, çiçekler sulanacak. Şu çağırdığın ustaya da parayı peşin verdin dört ay oldu. Ne zaman gelip yapacak fayansları? Fayanslar yapılsın da öyle düzenleyelim bahçeyi diye oyalayıp duruyorsun. Bana bak! Adama acelesi yok filan mı dedin, bahçeyi düzenlememek için? Ver şunun numarasını bir de ben arayacağım. Bu ne canım? İnsan senelerdir bir bahçenin düzenlemesini yapmaz mı? Ben mi yapayım kadın halimle? Söyle söyle dilimde tüy bitti be adam. Anladım sen beni hiç sevmiyorsun. Benimle bir gelecek hayali kurmuyorsun. Sevsen, hayaller kursan böyle mi olur bu bahçe? Yedi yıl oldu taşınalı. İnsan yedi yılda Babil’in asma bahçelerini kurardı ama sen hala kulak asma tabi bana. Adam ülkesinin ormanlarını özleyen hanımı için teraslar yapıp ağaçlar diksin sen şurada hazır toprağa iki tohum atmıyor, iki çit çakmıyorsun. Bıktım senin tembelliğinden. Tabi beyimizin hiiiç vakti yok. O eline kahvesini kitabını alsın sabahlara kadar okuyup yazsın. Sabah da güneşin doğuşunu seyredip gündüz uykusuna yatsın. Oh ne güzel hayat. Ben de istiyorum huu duydun mu? Şöyle tasasız, günümüzü gecemizi geçireceğimiz bir hayat varsa bana da ısmarla…

 

            Konuşuyor konuşuyor konuşuyor… Hakkı da var konuşsun da şu tasasız hayat kısmında feci yanılıyor. Ben Babil kralı mıyım? Aramızda sadece ses benzerliği var. Babil kralı olsam tamam asayım bahçeleri dört bir yana ama o hükmünü vermiş takmış ilmeği boynuma. Her gün vuruyor ayağımın altındaki iskemleye tekmeyi, sallandırıp sallandırıp bırakıyor. Nasıl tasasız hayatsa bu ölüp ölüp ölümlerden dönüyorum. Ben bakıyormuşum da bahçeyi görmüyormuşum. Sen n’apıyorsun? Tasayı bile dışardan görünür bir şey sanıyorsun. Neyse kendi içimde kavga etmeme kararı almıştım. Dışımda bitireli çok oldu da iç sesimi kesmek kolay olmuyor. Nerede kalmıştık? Hah, güneş doğuyor. Kuşlar balkonun kenarında kalan son sükûnet kırıntılarını da yiyip havalanıyorlar. Karım bahçeden girip evliliğimizden çıkıyor. Yeni bir gün doğacaktı izin vermiyor. “Daha günü gelmemiş, sen şimdi git sancın olursa gel! O zaman ben doğurtur, hayatla olan göbek bağını da bir güzel keserim meraklanma.” dercesine balkondan içeri giriyor.

 

            İçimde arabesk bir şarkı: “Allah’ım neydi günahım, günahım neydi Allah’ım?” Günah kelimesini iki kez söyleyince geçmişten bir ışık parladı içimde. Aydınlanan bir an. Yanıp söndü. Anlık da olsa gördüm, çocukluğuma dair bir şeydi. Kelimeyi tekrarlayıp durdum ışığın düğmesine basıp basıp çeker gibi. Dilimi günaha basınca yanıyor, susunca sönüyor. Manzara netleşene kadar günah, günah, günah, günah… Dilim değdiğince açık kalan ışığın içinde, bir ağacın dibindeyim. Ellerim, kollarım, yüzümdeki çiziklerden kan sızıyor. Kan sızmayan kırmızı çizgiler de sızım sızım sızlıyor. Duvardan aşıp komşumuz Fikret Amca’nın bahçesindeki alıç ağacına tırmanmışım. O kapkalın kök ve kalın dallardaki insanı kendine çeken güven hissine kapılmışım. Dallar kalın güçlü kollar… Elim uzanmasa da ayağım kaysa da beni tutarlar. Sarı, kırmızı, turuncu alıçların mayhoş kokularından tutunmak isterken kendimi yerde buluyorum. Oysa ne yerde ne gökteyim bir garip kederdeyim. Çocukken de içimden şarkılar geçiyordu demek. Kalın güçlü kollardaki diken diken kıllar çizilmedik yer bırakmamış. Dalların ihaneti hem içimi hem dışımı parçalamış. Fikret Amca’nın kırmızı çizgisi olan bu ağaç vücuduma imzasını atıp mührünü basarken Allah’tan kalemimi kırmamış da sıyrıklarla kurtulmuşum.

 

            Komşumuza görünmeden bahçe kapısından mı çıksam yoksa alıca tırmanıp duvarı tekrar mı aşsam, diye düşünürken benimle birlikte yere düşen kederime keder ekleyen dağılmış yuvadan yere yuvarlanmış, kırılmış iki kuş yumurtası görüyorum. Dünyam kararıp ışıklar sönmek üzereyken tekrar yakalım günah günah günah… İkiydi üç olsun diyorum. Harama elini uzattın kendi kanına girdin, yumurtaları kırıp doğmamış sabilerin kanına. Son olarak da bir yalan uydurup annenin kanına girer günah üçlemeni tamamlarsın, diyorum. Yine bizim kediyi kuyruğundan ağaca asıp asıp bırakıyordum bu sefer feci tırmaladı, derim. Alıç ağacına çıktıkça çizilen yerlerimi yıllardır bu yalanla pansuman ederim, hiç kedi asmadım ben sadece çok iyi oyuncuyum, annem hiç anlamaz, şeytanın pabucuyum.

 

            Annem Fikret Amca’nın alıç ağacına çıktığımı duysa yalanlarımın kuyruğundan tutup beni ağaca asar sonra da derimi yüzer. Ben bir kısmını yüzdüm bak, desem de kâr etmez. Yılın bu mevsiminde komşumuzun en kıymetlisine, hem de her sene, gizli gizli el sürdüğümü kimse bilmiyor. Herkes Fikret Amca’nın neredeyse tapınmaya varan hassasiyetini biliyor o kadar. Ben de niye bu kadar abarttıklarını bilmiyorum. Neymiş rüyasında alıç ağacı diken bir kişi yalnızlığına son vermeliymiş de Fikret Amca da bu ender rüyayı gören talihlilerden biriymiş. Rüyasının ertesi günü arayıp, tarayıp, alıç ağacı olan bir arsa bulup satın aldıktan sonra evlenip buraya yuvasını kurmaya karar vermişmiş. Rüyada alıç ağacı dikmenin hikmeti bu kadar da değilmiş de rüyanın uğru kaçmasın diye dillendirilmezmiş. Müzmin bekar Fikret’i bile apar topar evlendiren bu ağaca abdestsiz el sürülmezmiş. Ben de iman ettim az önce zaten dibine yuvarlanırken ağaç pek tekin değilmiş.

 

             Fikret Amca hiçbir kadını beğenmez “Ben bekar öleceğim müsaadenizle, bana ilişmeyin, kadınlar pek aptal yaratıklar.” der dururmuş. Büyük konuşmayacaksın bu hayatta. Öyle ağza sığmayan yaradılışa uymayan koca koca laflar etmeyeceksin. Hayat dediğin; dediği yapılan yaptığına bakılmayan imam, gün gelir nikahını kıyıverir bir alıç ağacının altında aptal sandığınla. Yaaa böyle işte Fikret Amca, bilemezsin ne olacak yarın. Bak evlendin, barklandın, bekar günlerine de yazıklandın ama şu ağaca niye el süremiyoruz onu ben hiç anlamadım. Başka bir rüya gördün de bizden mi saklıyorsun? Alıç ağacına çıkıp alıç yiyenler iflah mı olmazlar, felah mı bulmazlar nedir mesele? Belki gördüğün rüya yoruma açık sen bir anlat hele. Belki de rüyayı yorumlayan kaçık bilemezsin. Anlat bizim de içimiz rahat etsin.

 

            Çocukken bile ne çok konuşmuşum içimdeki Fikret Amca’yla. Böyle gelmiş böyle giderim ben zaten. İçimde bıdı bıdı bıdı konuşan bir çocuk var hiç susmuyor. Ama ne hikmetse kelimeler ağzımdan hep başka başka suretlerde çıkıyor. Mesela karım kahvaltı hazırlarken ona bakıyorum. “Kollarını kıvırışı ne güzel, ocağı yakışı, domatesleri doğrayışı, ellerini yıkayıp kurulayışı, açtığı şarkıya eşlik ederken elinde mutfak beziyle oynayışı… Masaya otururken saçlarını kulağının arkasına atışı sağ omzundan aşağı sarkıtıp bana bakışı ne güzel.” diyorum. Tabi bütün bunları içimden söylüyorum. Göz göze geldiğimizde ağzımdan çıkan tek cümle: “Şeker kaşığını versene!” Bravo Fikret, nasıl da özetledin içinden geçenleri tek cümlede(!) Şu içimden geçenlerin suretini bozmadan, ağzını yüzünü dağıtmadan, tanınmaz hale sokmadan ona teslim edebilsem o da bu kadar konuşmaz belki. Susar ve beni dinler; evliliğimiz, işlerimiz yoluna girer. Öyle olmuyor işte. İçimdeki kutsal emanetlere olan hıyanetim onu çileden çıkarıyor. O konuştukça ben susuyorum, ben sustukça o konuşuyor. Dolap beygiri gibi geçimsizliğin etrafında dönüp duruyoruz. Geldiği gibi diline döksene, ağzını açıp iki güzel lafı azad etsene. Ama nerde… Bazen dansa kaldırır mutfakta beni elleri ellerimde, bazen karşılıklı oynarız bitmeyen çocuk neşesiyle. Bazen alay eder benimle, edepsiz lafları söyleyemez ama ima eder, katıla katıla güler mahcubiyetime. Çok da güzel sinirleniyor aslında. Küçük elleriyle göğsüme vurur yalandan kızdığında. Hep bir şeyler ister hep güzel şeyler yapalım, yenilenelim derdinde. Ben yetişemiyorum onun hayallerine, enerjisine. O konuşuyor, konuşuyor, anlatıyor, anlatıyor, yeni fikirler buluyor “Yaparız de mi ha yaparız!” deyip etrafımda dönüyor ama bende aynı hevesi göremeyince önce suskunlaşıyor sonra dırdıra vuruyor. Bazen de küsüveriyor beş on dakikalığına. Dargın duramaz bana. Buna mı güveniyorum acaba? Nasılsa küskünlüğü saniyeler içinde geçiyor dönüyor bana diye mi aymazlığım? Bir gün gelecek hiçbir şeyde hevesi kalmayacak biliyorum. Ben onun istediklerini yapsam da mutluluktan havalara uçmayacak avcuma kırık bir tebessümle birkaç damla gözyaşı bırakacak. Bunu kaldırabilecek miyim bilmiyorum ama elimden gelmiyor, içimden bir şey beni tutuyor, kıpırdayamıyorum, konuşamıyorum.

 

            Acaba ben de kuşlar gibi balkon kenarındaki sükûnet kırıntıları ile mi besleniyorum. Belki de artık beslenme düzenimi değiştirmeliyim. Nedir bu sessizliğim, konuşurken hissizliğim? Bak yazarken böyle değilim. Yazarken demişken hazır çocukluğuma da gidip gelmişken, ben en iyisi şu kitapta yanlış okuduğum cümlenin peşinden gideyim. Bugün annemi ziyaret edeyim. Annemle, alıç ağacıyla, kırdığım kuşlarla helalleşeyim. Arabayla da gitmeyeyim, otobüse bineyim. Yol iki üç saat uzar ama olsun kitap okuyabilmek için trenle bile on saat giderim. Tek bir parçam bile yoluma çıkmasın! Gitmeden hepsini tehdit edeyim. Annemle konuşmaya, karıma yazdıklarımı sakladığım defteri getirip ona okumaya niyetliyim. Üstelik iyi niyetliyim. Gidince rahmetli Fikret Amca’nın mabedi alıç ağacına gereken saygıyı da göstereceğim. İzinsiz girdiğim bahçede yediğim alıçların kefaretini ödersem bizim bahçeye de gönül gözümle bakıp Babil’in asma bahçelerini kurarım. Sonrasında krallar gibi yaşarım. Dırdırsız Kâmil Krallığı. Bozduğum kuş yuvasının günahı benim yuvamı bozmadan gideyim tövbe edeyim.

 

            Koltuğun kenarına bıraktığım kırgın kitabı da alayım yanıma. Hatta birkaç şiir kitabı da alayım. Şiir kitapları daha çok sever yolculukları. Kitaplığa göz gezdirirken yol şiirleri uçuşup uçuşup kafama tünüyorlar. Biri konuyor biri göçüyor derken bir tanesi az önce girdiğim ruh haletine fevkalade uyduğundan temelli yerleşiyor:

 

            “Yarın gece gideceğim bu kentten

            Bir ırmağa yolcuyum sular çekiyor beni

            Yüreğimden başka taşıyacak yüküm yok

            Sayılmazsa göğsümden düşen kuş ölüleri

 

            Sözüm yok işte yüzüm işte akşam

            Sesimde anıların sessizliği”

 

            Bu kitabı da alayım yanıma şunu da alayım derken beyaz bir kâğıt parçası düşüyor elimdeki kitabın içinden. Karım yazmış, onun yazısı. “Yüzünde yolların gülüşü var!” Yine mi yanlış okudum. Yok bu sefer değil. Karım yanlış yazmış. Doğrusu “Yüzüne yolların gülüşü var!” olmalı. Rüyamda olmasa da ayaküstü gördüğüm çocuk düşünde bir alıç ağacı var. O zaman ben de şu yalnızlığıma bir son vereyim. Yollar umuda ait yerlerse, yürüyeyim.