Emel Yaman : Kısa Bir İzdüşüm

KISA BİR İZDÜŞÜM

Bazı sabahlar bir hayal gibi başlar. Uyanmak, uyanmamak değildir tam. Zihnin, kendi rüyasının ardından tökezlemesidir sadece. O hayal yazılmamış bir cümlenin içinde bir virgülün tereddüdünde gizlidir.

Defne, gözlerini araladı. Perde, rüzgara isteksizce teslim olmuştu. Beyaz tül, odanın içinde dalgalanan bir hayalet gibi süzülüyordu. Duvara vuran ışık, solgun bir tablonun lekesi gibiydi. Ne geçmişe ait, ne de bugüne. Pencereden seçilen deniz, usulca kıpırdıyordu. Güneşin altında genişleyen mavilik, adını unutmuş bir ressamın kararsız fırça darbelerini andırıyordu. Hava  askıdaydı. Zaman ise içi çoktan boşaltılmış bir bardağın dibindeki son tortu gibi ağır ve gereksizdi.

Yanı başında uyuyan Ömer’e döndü Defne. O yüz, belleğin nemli raflarında saklanmış eski bir fotoğraf gibi solgundu. Bir rüyanın kalıntısıydı sanki.

Zaman zaman Defne, bu adamın gerçekten var olup olmadığını düşünürdü. Varoluşunun gövdesi vardı da sesi eksikti.

Azıcık kıpırdayınca yatak gıcırdadı. Ömer gözlerini araladı. “Uyandırdım mı?” diye fısıldadı Defne, sesi hem buradaydı hem de başka bir zamana çarpıyordu.

Ömer gülümsedi. “Hep böyle uyandır, olur mu?” dedi, sesi sabahın buğusunda çözülüp dağıldı.  

Gözleri birlikte pencerenin ardına kaydı. Dalgaların sesi, unutulmuş bir hikayeyi çağırır gibi odaya doluyordu. Bir süre sustular. “Bir kahveye ne dersin?” dedi Defne. Ömer yalnızca başını salladı.

Bu cümleyle hikâye koptu. Klavyenin ucunda, tereddütle havada asılı kalan parmağın sessizliği ekranın içine sızdı, kelimelerin arasına karıştı. Yazı, Leyla’nın içinden süzülmek yerine, ona direnen bir nehre dönüşmüştü.

Leyla, ekran başında donup kaldı. Yazdığı satırlar, içini kanatan bir sessizlik gibi yüzüne çarpıyordu. “Defne ben değilim!” diye düşündü. “Ömer hiç olmadı. Belki de asıl gerçek buydu. Olmayanların yeri daha derin oluyordu bazen.”

Koltuktan doğruldu. İçindeki sızı, nihayet kelimelere taşmak istiyordu. Kendi cümlelerinin içinden geçerek kendine bakmaya çalıştı. Yazmak, sadece bir bükümden öte, bir biçim verme arzusu değil miydi zaten? Kendine yeni bir yol çizmek gibi.

Masaya döndü. Parmakları yeniden tuşlara uzandı. İçinde biriken o karanlık, sonunda sızacaktı:

Gözlerimi içime çevirdim. Derinlere yürüdüm. Sonra bir boşluğa süzüldüm. Tutunacak  hiçbir yerin olmadığı o tanıdık rüya düşüşü... Zihnim gürültülü , dağınık  ve yer yer karanlık bir orman gibiydi. Hayal kurmak istemiyorum. Dışarının gürültüsünde kaçıp kendi sesimi duymak istiyorum. 

Birden Sadri Alışık sahnesi düştü aklıma. “Ah Müjgan!” demişti ya hani “Elimde mimozalarla gelmek isterdim sana…”  İç çekmişti. Sahiden herkesin bir Müjgan’ı var mıydı?

Kelimeler, bazen çıplak kalıyordu. Duyguların ritmine yetişemiyordu. İçinde süzülen o melodi, sözcüklerle buluşunca başka bir hâle dönüşüyor; belki de  o dönüşüme tutunuyordu.

Sessizliğine razıydı. Söylemediklerine, mesafesine, görmezden gelişine. “Sevmek” diye düşündü, “Razı olmaktı. Her zaman iki kişi arasında yaşanmazdı ki. Bazen, tek başına  içe doğru büyüyen bir yürüyüştü aşk.”

Belirsizliklerin içinden geçerken insan kendi hakikatine daha da yaklaşır. Sevmek, bilinenin aksine, karşılıklı bir çekimle başlamaz. Kimsenin duymadığı bir iç çağrının izini sürer. Bir yol haritası yoktur. Sadece yol vardır. Zihin bu yolu direnerek kabule yanaşmaz.

Hayat da böyledir. Dönemeçlerle, duraklarla, kesintilerle örülmüş. İnkar etmeden yürümek en iyisi. Zira insanı büyüten de tam olarak budur.

Sevgi, çoğaltmaz her zaman. Bazen eksiltir. İçini boşaltır. Bildiğini sandığın tüm doğruları yere düşürür. Zamanla tam o eksilmenin kenarında, kendine ait yeni bir kıyı keşfedersin. Güçlü olmak değildir bu; güçsüzlüğü inkar etmeden, ona rağmen ayakta durmaya çalışmaktır. Kırıldığın yerlerden yeni  bir şekil bulmaktır. Zira ne eskisi gibi olabilirsin, ne büsbütün başka biri.

Hayat, çoğu zaman cevapsız bir sorudur. Neresinden tutsan elinde kalır. Bir sesi, bir bakışı, yarım kalmış bir cümleyi, var olmayan bir anıyı tutunacak dal sanırsın. Oysa sadece yürürsün. Ne bir yön vardır, ne de geri dönüş.  Düşünmek batırır, hissetmek sızlatır; geriye yalnızca alışmak kalır.

Sana, bir hikâye anlatsam şimdi, çok kısa olurdu: “Seni seviyorum.” Hepsi bu. Söylenmemiş, yerine ulaşmamış bir cümle. Noktasız. Kökü eksik. Ucu karanlık.

Bir zamanlar, “Seni göreceğim günü özlüyorum.” demiştim. Şimdi aynı cümleyle susuyorum. Zaman aktı.  Ne eksildim, ne tamamlandım. O cümle kaldı. Ben bir ömrü, onun gölgesinde,  o cümleye yaslanarak yürüdüm.

Gerçek hayatın terazisinde böyle hisler ya çok ağırdır ya da hafif. Tam olarak sığmaz bir yere. Sessizce içimin kıyısında yaşamaya devam ediyorlar.  Bir suskunluğun içinde, bir bakışın eşiğinde, belki de bir rüyanın hemen ucunda. Sadece bekliyorum. Beklentisiz. O  hissin ağırlığını taşıyarak.

İnsanın içinde bir zaman boşluğu vardır. Her şeyin durduğu bir yer. Orada büyürsün. Bir şey sormadan, bir yanıt beklemeden. Sadece seversin. Belki de sevmenin en ağır, en zarif hâli budur.

Hikâyenin sonuna geldiğinde Leyla, parmaklarını klavyeden çekti. Ekrandaki cümleler, sadece bir yazı değildi. İçinden sızan bir ömrün suskun izdüşümüydü. Bilgisayarını kapattı. Odaya sessizlikle beraber ılık bir dinginlik yayıldı. Yanı başındaki kahveyi yudumlarken, gözlerini bir süre kapattı. Zihninde henüz söylenememiş cümleler, zamanla rengi solmuş ama içinde büyümüş bir duygunun tortusu gibi dönüp duruyordu. Adını anmadı. Ama içinde bir yere, kimsenin bilmediği bir kıyıya, kendine ait bir suskunluğa sessizce selam gönderdi.