Emel Yaman : Sükûtun Eşiğinde

SÜKÛTUN EŞİĞİNDE

Adam oturuyordu. Zamanın hangi ucuna iliştiği, gölgesinin hangi menzile uzandığı meçhuldü. Varlıkla yokluk arasında durmuştu. Âlem susmuş, kelâm çekilmişti. Kadın, taşın serinliğine yaslanmış, göğsünde adı olmayan bir bekleyişle duruyordu. Hiç yaşanmamış bir vuslatın hayali gibi.

Göğsünde latif,  biçimsiz bir boşluk dönüp duruyordu. Sebepsiz değildi bu iç çekiş, fakat tarifi yoktu. Ta ki onu görene dek. Kalbin yerinden oynadı. İçten bir sevinçle “Evet” dedi. “Beklediğim sendin.”

Adam görmedi. Gözleri Kadına değdi. Bakışı bir duvara çarpmış gibi sönüp yok oldu. Belki onu hiç tanımamıştı ama bir yanı hep biliyordu. Kalbinin en kuytusuna sinmiş, ezel defterinden sarkmış bir izdi o; tanımsız ve sessiz.

Vakit, yönü meçhul bir akışla ilerliyordu. Zâhirde devam, bâtında tevakkuf vardı. Her salise, ince kıymık gibi kalbin kıvrımına saplanıyor, tebessümle örtülü bir ıztıraba dönüşüyordu. Rüzgar  eğilerek, Kadının eteğinden iz bırakmadan geçti.

Kadın içine kapandı. Kalbinin loş bir köşesinde bir şey kıpırdadı. Ne bir söz erişti o hâle, ne bir harf muktedir oldu izaha. Ezelden yazılmış, satırlara sığmamış bir varoluştu yaşadığı.

Adam duruyordu. Zamandan azâde bir mevcudiyetle. Kadın artık bakmıyordu ona. Gözünü kaçırmak değildi bu, yalnızca gözle görmeyi bırakmaktı. Vakit süzülüyordu. Olmuşla olmamış arasında belirsiz bir akış.

Kalbinin kuytusunda vakitsiz bir zelzele olmuştu. Kadın anlamaya çalıştı. Ancak sırlar, ad konulunca bozulurdu. Aralarında sözsüz bir mesafe doğdu.  Ne bir adım atıldı, ne bir geri dönüş oldu. Vakit, sükûtun içinde asılı kaldı.

Günler geçmedi. Her biri, içe çöken bir geceye dönüştü. Mevsimler başını eğdi, takvimler sustu. Kadın yürüdü. Her adım bir perdeyi araladı. Sesler yavaş yavaş silindi. Kalbinin sesine ilk kez bu kadar yaklaştı.

Yol sarp, kalp dardı. Derin, şekilsiz bir boşluk serpildi içine. Ne adı vardı, ne şekli. O hâl, bir taş gibi içinde yer etti. Adam hâlâ susuyordu. Kadın sormadı. Çünkü susmak, belki de en büyük cesaretti. Bir kelimeyi yutmak, bir savaşı göğüslemekten daha ağırdı. Bilirdi, cevap değildi insanı korkutan, cevapsızlık büyütürdü içteki sızıyı.

Zaman bir pusun içinde ilerliyordu. Kadın yürümeye devam etti. Ayakları bir yöne giderken, ruhu başka bir yöne çekiliyordu. Görünmeyene adım atmak gibiydi bu yürüyüş. Belki de  o hiç olmamıştı. Düşten düşmüş bir silüetti. Kadın onu bekledi mi, yoksa beklemenin kendisini mi sevdi, ayırt edemedi. Bildiği tek şey vardı, bazıları gelmezdi, gelmemek onların yazgısıydı.

Kadın vazgeçti. Bilmekten. Sormaktan. Yaşadığını zannettiği her şeyin aslında hiç yaşanmadığını fark etti. Hayal ile hakikatin ince çizgisi silinmişti artık. Bahar, yalnızca takvimdeydi. Kalbinde bir gonca bile açmamıştı. Zaman geçtikçe, içi hafifledi. Boşalan yer, başka bir mevcudiyete açıldı. Bunu hissetti. Üstelik kalbiyle.

O hâlâ susuyordu. Zaten hiç konuşmamıştı. Kalbi kim için atıyordu, meçhuldü. Kadın artık bilmek istemiyordu. Bilmek, bağlanmaktı. Oysa o artık serbestti. Beklemek değildi, muradı. Yürümekti. Sevmek değil, olmaktı.

Son adımını  attı Kadın. İçindeki aşka teslim oldu. Severek vazgeçti. Vazgeçerek tamamlandı. Sahiplenmeden. Tutunmadan. Aşkın özü sahip olmakla değil, var olanı tanımakta gizliydi. Tanımadan da sevebilmekti. Onu varlığıyla tanımak, yokluğuyla sevebilmekti.

Kadın her şeyi olduğu gibi kabullendi: Geleni, gelmeyeni, eksik kalanı, içte saklı duranı. Kalbi, adı olmayan bir duaya dönüştü. Artık ne arıyordu, ne bekliyordu. Sadece yürüyordu.