
ANLATTIKLARIM YALAN (MI?)
Hatırlamakta zorlandığım bir zaman dilimiydi. Üç sene önce de olabilir, beş sene önce de. Haftanın başlangıcı da olabilir, feraha yakın bir cuma günü de. Zaman benim için değişken ve bulanık bir anı. Ancak hissettiğim duygu, kaç bin saat geçmesine rağmen zihnimin en parlak yerinde, sınırsız bir enerji kaynağı gibi öylece durmakta.
80 dakikalık yoğun, yorucu ama doyurucu bir dersin ardından arka sıralardan bir öğrencim söz istedi: “Hocam,” diyerek duraksadı. Söyleyeceği şeyin, yadırganmasına sebep olmasından korktuğu kaçamak bakışlar attı diğer arkadaşlarına. Derin bir nefes eşliğinde döktü zihnindekileri: “Ya bu anlattıklarınızın hepsi yalansa?”
Öğrencimin bu tertemiz sorusu, dersin sonuna doğru enerjileri tavan yapan sınıf arkadaşlarını, fişi çekilmiş televizyon gibi bir anda susturdu. Tüm gözleri üzerine çekmenin baskısı öğrencimi iyiden iyiye terletirken, sesimin heyecan ayarına çok da hâkim olamayarak sınıfa doğru seslendim: “Hayatımda duyduğum en güzel soru!”
Cümlemin devamında zilin sesini duyan öğrencilerimi durdurabilecek kelimeleri bir araya getirebilir miydim, bilemiyorum. Zira öğrencimin sorusuyla birlikte zihnimde bir şarkı çalmaya başlamıştı ve sesi gittikçe yükseliyordu: Yaşar Kurt / Hadi Baba Gene Yap
Rivayet şöyledir ki; bir gün küçük bir çocuk ve babası trene binerler. Çocuğun başında tatlı bir şapka vardır. Çocuk, rüzgârı hissetmek, manzarayı daha rahat izlemek, hızla geçen direkleri saymak gibi pek çok neden sunabileceğimiz bir sebepten ötürü başını trenin penceresinden uzatmak ister. Baba müsaade etmez, “Olmaz oğlum, rüzgâr şapkanı uçurur,” Çocuk inattır, her çocuk gibi. Tekrar yükselir ayak parmaklarının üzerine, bakmak ister pencereden. Baba çocuğunu yine durdurur. Çocuk kaşlarını çatmaya başlar, başını inatla pencereden uzatır. O sırada baba bir punduna getirip çocuğun şapkasını alır, arkasına saklar. “Bak! Dedim ben sana, rüzgâr uçurdu şapkanı,” diyerek haklı çıkmanın zaferini sürmek ister. Zaferin tadı kısa sürer zira çocuk deli gibi ağlamaya başlar. Baba trendeki yolcuları rahatsız etme telaşıyla hemen sakladığı şapkayı çıkarır, çocuğunun başına takar. “Tamam tamam,” der. “Rüzgârdan geri aldım şapkanı. Ama benim sözümü dinleyeceksin artık.” Çocuk şaşkın gözlerle kahraman babasının sınırsız gücüne inanmıştır artık, başından alır şapkayı ve trenin penceresinden rüzgâra bırakır. Gözyaşlarını silerken ekler: “Hadi baba gene yap!”
Yaşar Kurt’un bu hikâyeden esinlenerek yazdığı ve bestelediği iddia edilen şarkısıdır Hadi Baba Gene Yap. Şarkının sözleri umut verici olsa da benim için alt metnindeki ortaya çıkış hikâyesi çok düşündürücüdür. Hikâyeyi ilk duyduğumda çocuğun sorgusuz sualsiz babaya inancını, babanın bu inancı kullanış biçimini; tanımadan seven, bilmeden inanan, anlamadan yargılayan nesillerin nasıl oluşabileceğine göz kırpar nitelikte bulmuştum. Aklımızda ve ruhumuzda pek çok kalem bulunduğunu düşünenlerdenim. Bu kalemlerin kaçını kendimiz tutuyoruz, kaçı bize ait değil, kimin izi olduğunu bilmediğimiz kaç görüntü var zihnimizde? Uzun süredir bu düşünceler arasında boğuşurken ve itiraf etmeyelim ki oldukça umutsuzluğa kapılmışken öğrencimin sorusu ilaç gibi gelmişti. Cevabını bulmakla pek de ilgilenmiyoruz henüz, amacımız çokça soru sorabilmek.
Şimdi Sevgili Okur, naçizane tavsiyemdir; mümkünse tak kulaklıklarını, aç müziğin sesini. “Hadi baba gene yap, gene yap baba gene yap...” Ve düşün, ya bu anlattıklarımın hepsi yalansa?